Temmuz 11, 2012

higss bozonu



hayat sıkıcı ve zor, insanlar berbat ve kahredici değil aslında. huzur orada bir yerde değil. içinde. 
yine kendimden başlayıp hepimiz için bir iç dökümü yapma niyetindeyim. böyle günler yaşıyorum.
her can sıkıntılı anın sonrasında, bitmeyen, uyku kaçıran düşünce zincirleri başlıyor.

genlerimize tükürmek isteğiyle başlıyor bu. sonra ne kadar çırpınırsak çırpınalım, anamızdan babamızın özelliklerinden çok uzağa gidemeyeşimizin hüzünlü kabulü ile bitiyor. sonra düşünüyorum, yavrum senelerdir debeleniyoruz ama neden bir arpa boyu yol alamıyoruz diye. 

birinci tekil şahsa geçeyim böylece çuvaldızı kendime batırdığım anlaşılsın.
evrim sudan çıkmaya karar verdiğimiz ya da ne bok yediğimizi bilmediğimiz o anda sonsuza kadar sıçtı aslında. o büyük, saran, sarmalayan ve bize güven veren kütleden çıktığımızdan beri mutlu olduğumuza inanmıyorum. hadi evrime inanmayanlar için de ana rahmi diyeyim. çıktık oradan ve sıçtık.

yaşımdan dem vurarak aktardığım tecrübeler belki insanlara "öf" dedirtiyor. ama bunun aslında bir kendi kendini fark ediş olduğunu anlamak lazım. 20 yaşında da bazı şeyleri biliyordum kendimle ilgili ama 32 yaşında başka şeyler öğrendim ve sürekli solucan deliği gibi ayrımlardan geçip, başka bir düşünce boyutuna sıçrıyorum.

20li yaşlarımı şu anda görsem iki sağlam çakardım, fukara sümüğü gibi yapışırlardı duvara. 

neyim ben ve ne olmak istiyorum?

sanırdım ki bunun cevabı çok maddi. yani diplomalı, sertifikalı, bilgili, belgeli bir şeydir olmak istenen şey. olmadığını anladığımda çok geçti. ayrıca belgeleri almak konusunda da çok başarılı olamamıştım. 

olmak istediğim şey sakin ve samimi bir insan. bu kadar. içinde huzurlu ve çevresine huzur veren. çok önemliymiş bu. samimiyet, kaygıların arttıkça kayboluyor zira. kafanda bir sonraki adımı düşünerek ve şöyle olursa ben ne yaparım diyerek samimi olamıyorsun. sakin de olamıyorsun. çevrendeki tüm olaylara ve insanlara bir endişe perdesi arkasından, telaşla bakıyorsun. işler yürümüyor. yanlış ifade ediyorsun kendini. anlatmak istediğini anlatamıyorsun. oysa çene desen bende, yazmak desen bende. ama birinin karşısına geçip (except sevgili) aga ben böyle düşünüyorum yanlışsam bi izah et, sen ne dersin diyemiyorsun. başka bir şey çıkıyor ağzından. çünkü içindeki kaygı yumağı, kalbinin (beyninin demeyi tercih ederim aslında) sesini bastırıyor. 

en yakınların bile uzak oluyor sana. konuşacak şey bulamıyorsun. bulamadıkça saçmalıyor, bir vakanüvist vazifeperverliğiyle onun bunun geyiğini yapıyor, olmadı dizilerden dem vuruyor, ama sonucunda hayata dair, olgulara dair konuşamıyorsun. hep bir kaygı, hep bir endişe. hep bir kaybetme hali. e böyle olunca da kaybediyorsun paşam. hiç bitmiyor kaybedişler. sınavı da insanları da eşi dostu da kaybediyorsun. 

ama allah bir tarafını böyle aymaz yaratırken, diğer yandan acımış olacak ki bir şey vermiş; o kaygılara kapılmamanın yolunun nerden geçtiğini biliyorsun. odak noktanı değiştirecek gücün olduğu sürece, o gücün fakrında olduğun sürece 2-3 günde topluyorsun kendini bir yola giriyorsun ama gönül isterdi ki saplanıp kalma bir konuya, bambaşka muhabbetlerin, kaygısız sohbetlerin, ortamın insanı ol. 

yirmili yaşlarda insanda bir "siktir git" havasında oluyor hayata ve insanlara karşı. 10 sene sonra ne oluyorsa anlıyorsun ki bazı insanlar kalmalı, kalacak, bazıları zaten kendi gidecek. o yüzden sakin olmalı, kaygı duymamalı ve insanlara içindeki samimiyeti gösterebilmeli.

tümünü kendim için yazdım aslında. gayet içten ve samimi fikrimdir. belki konuşarak anlatamadığımı (ve bunlar bir sevgiliye söylenmek istenen sözler değil, özellikle belirteyim) yazarak anlatmayı başabilirim diye.

böyle.